Küçük serüvene çıkmak istiyorum sizlerle, bu yolculukta yanınıza almanızı istediğim tek şey ise hayalleriniz… O özgür ve kimsenin ulaşamadığı hayaller yumağınıza erişip içine girmenizi istiyorum… Kendi yapabileceğinize inandığınız hayaller… Bir çocuğun dünyayı kurtarmayı istemesi kadar cesurca, köreltilmemiş ve kep vurulmamış hayalleriniz olmadı mı hiç sizin? Bir mahalle maçında 15 kişinin aynı topa koştuğu hepsinin de hayalinin gol atmak olduğu, düşüp diziniz yaralandığında annenizin pamuk ellerinin oksijenli bezle birleştiğinde hiç de pamuk ellerinin olmadığının farkına vardığınız, anılarla süslü hayaller… Defalarca aynı kaykaydan kaymak için tırmandığınız sayısızca merdiven basamağı ve eve gelinmeniz istendiğinde her basamakta bir adım geriye attığınız… Yoyolar saatlerce dönerken aynı yörüngede, dünyanın bir günlük güneş etrafındaki o karanlığa yolculuğuna olan kırgınlığının saatler sonra horoz sesleriyle yerini kalbi kıpır kıpır atan bir çocuğun kalbine sahip olduğumuz çağlardan hemen hemen hepimiz geçmişizdir eminim… Beklenen birisinin gelmesi için saatlerce pencere kenarından oturup sokağı izlemişliğimiz de olmuştur kuşkusuz… Tıpkı sırf yağmur yağdığı için etrafı hüzünle içerden izlediğiniz gibi… Ardından kısacık şortlarla hemen sokaklara dökülüp toprağın kokusunu içimize çekerek, çamura bulanan sandaletleri ve ayaklarınızı bilmen falancanın hayratlarında az yıkamamışınızdır eğer Anadolu’da bir çocukluk geçirdiyseniz şayet ve sadece balkondan izlemediyseniz olup biteni…
İklimler, mevsimler, diller, kültüler ne olursa tek bir dili vardır çocukluğun “oyun”. Oyunları keyifli ve unutulmaz kılan oyuncakları da unutmamak gerek tabi. Bu konuda yazmak, duyguları dile getirmek- kaleme dökme büyük cesaret ister keza üstat –Sunay Akın– bu konuda o kadar güzel şeyler söylüyor üstüne hiçbir şey eklenemezcesine… Belki, onu da beni de bu konuda konuşmaya iten tek bir neden varsa o da çocukluk anılarımızdır eminim… Yoksa betonlara gömülü bir çocukluk hikayesiyle toprak kokusunu ortak payda da paylaşmak pek mümkün olmazdı diye tahmin ediyorum.
Çocuk olmak gerek arada bazen, sadece bir kurmalı arabaya, saatlerce hep farklı şoför olmak onu yaşamak gerek. Polis, doktor, hırsız, ara sıra bahçesine top kaçınca çocukları bastonuyla kovalayan kızgın bir ihtiyar… Çocukluk bana göre üretmenk demekti. Türk toplumu olarak da çok üretken diye biliniriz aslında, her ne kadar Göktürk’ün denge modülünü dışarıdan almış olsak da… Biz çocukken kendi uçurtmalarımızın denge modüllerini kendimiz tasarlardık en temel statik bilgisiyle… Sokaklar ve oyuncaklar… Bu ikisinin hayatımdaki yerini düşünce anlıyorum ki ne de çok şey öğrenmişim onlardan… Şimdi ise bakıyorum da ne oyuncakları var çocukların ne de hayalleriyle canlanan Carlo Collodi’nin –her ne kadar değiştirilmiş de olsa- eserindeki Pinokyo’nun gerçek bir insana dönüşmesi gibi… Küçük kız çocuğu o peluş bebeğiyle konuşurken siz sanıyor musunuz o oyuncağın gerçek bir bebekten farkı olduğunu? Neden farkı yok peki hiç düşündünüz mü? Cevabı çok basit, çünkü bebekler konuşamaz, altını değiştirirsen, gazını alırsan, mamasını verirsen ağlamazlar da hiç… Saatlerce ona vakit ayırınca bunların hepsini yapmak da çok basit olsa gerek… Çocukların mantığıyla bir dünya serüvene çıkmak da böyle bir şey olsa gerek, onların gözleriyle izlemek dünyayı…
Kendi çocukluğumun çerçevesinden hatırlamaya çalışıyorum bazen dünyayı ve geçmişi. Mesela, bizim muhitlere yakın sayılacak bir yerde ikamet eden birisi vardı ki o kişi benim adrenalini doruklarda yaşamama sebep olmuştu yıllarca lakin hala dün gibi hatırlıyorum kendisini… Sadece benim değil, bütün semt çocuklarının belki de korkulu rüyası olma konusunda üstüne yoktu… O kadar çok söylenti vardı ki kendisiyle ilgili… Kimisi çocukları kestiğini ve o gizemli evinde sakladığını söylerdi kimisi de gece dışarıda çocukları gizlice izlediğinden bahsederdi… Evi müstakil ve dış bahçe duvarlarına bitişik sarkıklardan ve ağaçlardan eviyle ilgili çok şey bilmezdi kimse… Her ne kadar yakınına girmek istesek de bir o kadar hızlıca ondan kaçıp uzaklaşmak isterdik… Evinin önündeki kamyonetin kocaman tekerleri ve paslanmış kasasız iskeleti sanki bu hikâyede eksik olan korku figürlerini tamamlar cinsteydi… Kadıncağızdan neden bu kadar korktuğumuzu hiç hatırlamıyorum ama ona dair düşüncelerimin hatıralarımın temelinde mütemadiyen yalnız, yaşlı ve huysuz bir kadın olduğuydu… Evinin önünden geçerken dizimin titremesi, ona dair birçok ayrıntıyı hatırlamamdan da anlayacağınız gibi çocukluk anılarımdaki en büyük korkumdu kendisi… Yalnız kadının beyaz bir eşarbı vardı eşarbının çok sıkı bağlamazdı kulaklarına kadar inen beyaz ve bakımsız saçları şakaklarına değerdi ve esmerdi… Ne etraftan kimseyle konuşurdu ne de kimse onunla konuşmaya zahmet ederdi. Bense insanların ondan korktuğunu zannederdim… Çocuk aklı işte… Onu ilk defa birileriyle konuşurken görmüştüm… Oğluydu sanırım evet evet oğluydu… Annesine öfkeyle bağırıp çağırıyordu gözleri, elleri, jestleri mimikleri seyrek saçlı orta yaşlı o adamın şiddetini dillendiriyordu adeta… Kadıncağızın birisiyle konuşuyor olmasını çok garipsemiştim açıkçası, içimdeki onu canavar yapan duygular aslında onun da bir insan olduğunu, yalnız ve vefasızca terk edilmiş birisi olduğunu yüzüme yüzüme haykırıyordu… Olayın ardından çok geçmeden kadının evinin etrafında bir kalabalık olduğunu gördüm, hemen hafif bir tebessümle “korkulu kadının yeni arkadaşları olmuş yaşasın” diye haykırdım… Yeşil bir araba tahta bir sandık dikkatimi çekmişti… O günden sonra göremedi kimse onu… Arkadaşlarıyla uzun bir yolculuğa çıktığını anlamıştım sonradan… Yine hiç kimseyle konuşmadan…
Plansız, ve anı yaşadığım bir çocukluğum vardı benim işte, kendi oyuncaklarım kendi hayallerim… Şimdiki çocuklara; bilgisayarlar, cep telefonları, tabletler vererek hayallerindeki berraklığını ve masum duygularını çalmayın… Bir tek uçurtmamız kaldı, bari onu da elimizden almayın…
Serkan Ceyhan
02/02/2013